“Ötekinin Kültürel Mirası” ve Kaos (2)

Ressam Mari Farra ve Arkadaşları - 1895 / Büyükada - Farra Köşkü (Pars Tuğlacı Arşivi)

“Ötekinin Kültürel Mirası” ve Kaos (2)

Osmanlılar Söğüt dolaylarında bir Beylik kurduklarında Avrupa’da henüz Rönesans yaşanmamıştı, Osmanlı İmparalorluğu dağıldığında Avrupa sanayi devrimini tamamlamıştı. Böylesine uzun bir periyotta, bugün asıl sorulması gereken “hangi Osmanlı’nın?” baz alınacağıdır. Onun hangi yüzyılı, hangi evresi, hangi kültürü, hangi imgesi, hangi simgesinin korunup korunmayacağıdır. Yoksa anlıyorum ki hepimiz Osmanlı’yı pek seviyoruz ancak, sevdiğimiz “Osmanlılar” birbirini pek tanımıyor. Çadırda yaşayan Osmanlılarla, Barok Osmanlılar aynı makalenin cümlelerinde yan yana okunamıyor. Esaslı bir kırılma, bu noktada başlıyor.

Bir takım iradeler kendi fantezi dünyalarında mimarileri, sokakları, mahalleleri ve hatta semtleri sonradan birbirlerine yabancılaştırdılar. Mimari açıdan dönem, fonksiyon, sermaye ve sınıf üzerinden anlaşılması gereken üslup farklılıklarını, etnolojik nedenlere bağlayarak yeniden sundular. Halbuki tek başına Balyan Camileri dahi İstanbul gibi bir heterotopyanın asla bu sığ kategorizasyonlardan ibaret olamayacağını kanıtlamaktaydı. Burası her daim çok katmanlı yaşadı ve esasen bunun mimarisi, sokağı, semti, mahallesi yoktu. Hiç olmadı.

Bu anlamda Beyoğlu iddia edildiği gibi salt azınlıkların değil, aynı zamanda Osmanlı modernleşmesinin diplomatik kalesiydi. Bankalarıyla, kışlalarıyla, saraylarıyla, pasajlarıyla, hanlarıyla, karakollarıyla, mevlevihanesiyle, Kadiriler Yokuşuyla ve Dolmabahçe’den Karaköy’e uzanan sahil şeridi boyunca semti sarmalayan görkemli camileriyle en az İstanbul kadar Müslüman, en az İstanbul kadar Türk’tü.

Buna rağmen belli bir kesim tarafından 16. yüzyıl çizgisini taşımadığı için, neredeyse ülke dışı sayılmaktaydı. Bugün glass cube rezidansta yaşamayı dahi makul gören aynı kesimin, Beyoğlu’nun geçirdiği modernizmi bir türlü içine sindirememesi ayrıca bir tez(atlık) konusudur.

İslami muhafzakârların, Osmanlı kültürel mirasi ile barışabilmesinin tek çözümü olarak ilerleyen yıllarda bu semti sözde “Türkleştirme ve Müslümanlaştırma” gayreti ile planlanan asab bozucu işler, esasen Osmanlı’nın son 200 yıllık kent kültürünü inkâr etmekle ilgiliydi.

Ne ironidir ki, Beyoğlu’na bahşedilen “sıradışı” kimliği kazandıran konsolosluklar, yabancı okullar ve büyük çoğunluğu Katolik ve Protestan olan kiliselerin hiçbirisi, yerli azınlıklara ait değildi. Bu bağlamda bir kolonyal estetik çok daha baskındı. Sonraki yıllarda bu imgeyi İstanbullu azınlıklarla özdeşleştirmek, başka bir stratejinin, İstanbul’u “Berlinleştirme” anlayışının sonucuydu.

Halbuki Beyoğlu’ndaki yabancı unsurları kaldırdığınızda bu semtin sokaklarının Samatya, Kadıköy ya da Balat’tan hiçbir farkı olmadığını görmek zor değil. Cumhuriyet sonrası kurumsallaşan azınlık imgesi ve bu imgeyi sürekli olarak bir noktada “toplama, izole etme, ayrıştırma” gayreti sonucunda, Beyoğlu kendisini salt azınlıklarla anılırken buldu. Böylelikle sahipsizleştirildi ve yeniden ve YENİDEN fethedilmeyi daima hak etti.

Gayrimüslimler kuşkusuz vardı ve gayet tabii belli semtlerde yoğunlaşmışlardı. Ancak 80 sene önceye kadar İstanbul nüfusunun neredeyse yarısını meydana getiren “azınlıklarla” o günkü ilişkiler şu an olduğu gibi bir “yabancılaşma” potasında erimediği için, bu şehirde sanıldığı gibi kalın duvarlar hiçbir zaman örülmedi. O nedenle Sarıyer’den, Fatih’e, Moda’dan, Kuzguncuk’a, Kartal’dan, Bakırköy’e kadar kentin tüm köşelerinde azınlıklar yaşadı. Üstelik Haliç ve Boğaz kıyılarında yaşayan ailelerin çok büyük bir bölümü de “Türk Evi” kategorisindeki o ahşap yapılarda ikamet ettiler. Müslüman burjuvazi ise Beyoğlu ve Nişantaşı çevresindeki “Rum Evlerinde”.

Bilimsel veriler malum “mahalle fantazmasının” hangi ideolojilerden türediğini bugün daha net kanıtlıyor. Cumhuriyet sonrası İstanbul’u gettoşlaştırma arzusu, tamı tamına Nazi ideolojisinin zihinlere kazdığı bir örgün öretiden ibarettir.

Bunun sonu Kurtuluş Son Durak’tır.

Geçtiğimiz günderdeki yazısında Yıldıray Oğur’da (FAZLASIYLA) bu hataya düşmüş ve kendince, kötü bir tarih didaktizmi üzerinden mahalleleri bölmüş, çıkartmış, toplamış ve eşitlemiş. Aynı ezberi tekrarlamış. En nihayetinde ise post-modern olsun ama camii olsun istemiş. Bu estetik yanılsama Yıldıray Oğur’a özgü değil, Meydan’a dikilecek camiinin “post-modern” olması da tek başına yeterli bir sav değil, konu Arap turistlerin ibadet ihtiyacı hiç değil.

Konu sembolizmlerin çatışması ve bu çatışmada referansların hep aynı KORKUNÇ teoriye dayanması. Ancak biliyoruz ki, yalnızca gayrimüslimler ya da laikler değil, Beyoğlu’nda son 200 sene boyunca saltanatını süren Osmanlı İmparatorluğu da bu meydan da camii İSTEMEDİ. İsteseydi yapardı. Üstelik ona kimse karşı çıkmazdı. Beyoğlu’nun sanıldığı gibi bir otonomisi olmadı. Osmanlı son derece içerideydi ve kimse bu semti gayrimüslimlere falan terk etmedi, aksine, en büyük yatırımlar burada yapıldı. Fakat son iki yüz yılında İmparatorluk dahi eski anlayışı terk etmiş, başka bir eşiği aşmaktaydı. Adı; MODERNİZM idi. Cami o yüzden yapılmadı.

Beyoğlu’na camii yapılmamasını hâlâ bölgenin gayrimüslim kimliğine ya da laiklere bağlayanlara tek bir yanıtım olabilir; bugün tarihi yarımadanın orta yerine modern bir camii neden dikemezseniz, Beyoğlu’nun göbeğine de aynı nedenle dikemezsiniz.

Konuyu din ekseninden çıkartıp, bu meydanın dünyanın geçirmekte olduğu modernizasyon sürecinin ülkedeki en tarihsel yansıması olduğunu, bu anlayışa pararlel olarak dini tapınakların tüm dünyada meydan silüetlerinden çıkartıldığını görmek isterseniz, hem yeni kutuplaşmalara gerek kalmaz hem de olayı salt kendinize yormaktan vazgeçerek belki bir nebze rahatlarsınız.

Bugünün Türkiye’sinde Osmanlı’nın 19. yüzyılda aştığı bir eşik dahi aşılamıyor. Adeta 15. yüzyıla dair bir FETİH tavrı takınılarak, boş arazi atfedilen tüm meydanlara birer camii kondurulmak isteniyor. Konu bu.

Konu, bu şehrin ve dünyanın kodlarını doğru okuyamamak.

Tayfun Serttaş / TARAF Kültür ve Sanat 13.06.2012

“Ötekinin Kültürel Mirası” ve Kaos (1)

1 Ocak 1875 tarihli kararla beş farklı dil kullanılarak basılan (Osmanlıca, Fransızca, Arapça, Ermenice ve Yunanca) 1 altın liralık Osmanlı Bankası Banknotu; 22 Eylül 1892 basımı (SALT Araştırma)

1 Ocak 1875 tarihli kararla beş farklı dil kullanılarak basılan (Osmanlıca, Fransızca, Arapça, Ermenice ve Yunanca) 1 altın liralık Osmanlı Bankası Banknotu; 22 Eylül 1892 basımı (SALT Araştırma) 

“Ötekinin Kültürel Mirası” ve Kaos (1)

Türkiye’de İslami muhafazakarların dertleri her zaman büyük oldu. Bir yandan Cumhuriyet’in laik yaptırımlarıyla boğuşmak, diğer yandan vakti zamanında banknotunu dahi beş dilli basan (bu dillerin üçü Hristiyan) Osmanlı mirasından kendilerine “uygun” bir tarihsel seçki çıkartmak, bu yolda bir düşüp bir kalkmak, bir referans noktasına ulaşmak, iki de bir düz duvara toslamak, kanımca kendilerini çok yordu…

Ondan olsa gerek, bugün ülkenin tüm kültürel sancakları düşmüşken artık geleceği kimselerle paylaşmaya niyetli görünmüyorlar… Başka şekilde açıklayamıyorum bu hoyratlığı. Tarlabaşı projesiyle telafisi mümkün olmayacak biçimde kentin kalbine açılan bir kara delik, Taksim Meydanı’na modernizmi playstation oyunlarından kavrayan bir mimarin cami adı altında dikmeyi planladığı disko topu, Boğaz’da bir takım boş araziler, yeni fikirler, yaratıcı ideolojiler, tükenmez sermayeler ve diğer imgeler… İnsanı rahatlıka Beyrut ya da Saraybosna gibi savaş travmasını atlatmaya çalışan bir kentin darma dumanlığında hissettiriyor. Ancak savaş yenilgisi altında üretebilecek derecede, kompleks kokan şeyler.

Kaos mimari ile başladı, mimari ile derinleşiyor.

Yüz senedir değişmeyen gayri ciddi öğretiye göre ahşap Müslüman (Türk) tipi, yığma rölyefli yapılar ise gayrimüslim (Gavur ) tipi olarak kodlanıyordu. Böylelikle örneğin zihinlerde Süleymaniye eşittir Müslüman, Beyoğlu eşittir Gayrimüslim(leşiyordu). “Türk evi”, “Rum evi”, “Ermeni Evi” gibi, mimari ekollerde hiçbir muhatabı bulunmayan soyut ötesi kavramlar bu amaçla işlevselleşiyordu. Ulusculuğa paralel olarak bir taraf pamuklar içerisinde sarılıp korunmak istenirken, diğer taraf alabildiğine yıkılıp yağmalanıyordu.

Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu deli saçması “ayrım, kategori, tasnif, yakıştırma” ya da her neyse artık, bugüne uzanan bir periyotta İstanbul’daki mimari kutuplaşmanın resmini çizer. Siz ona estetik şizofreni deyin.

Ne yazik ki kimse de çıkıp bu olmadık yargılara karşın, ahşabın gerçekte modern bir malzeme olduğunu, Türk Evi sanılan o yapıların aslında Neo-Klasik unsurlar taşıdığını, 19. yüzyıl İstanbul modernleşmesinin bir gettolaşma hareketi olmadığını söylemiyor ya da söylemek işlerine gelmiyordu.

Konunun geçmişteki referansı dinseldi. Fotoğrafın neredeyse tüm ülke topraklarına yayıldığı 1920’li yıllarda dahi, Şeyhülislamlık dairesi tarafından yayınlanan Ceride-i İlmiye’de mimari öğelerde rölyef ve silüet kullanımına ilişkin şöyle bir ikaza yer verilebiliyordu;

 – Zeyyid-i Müsliminin insan vesair ziruh olan hayvan suretlerini alaküllihal tasviri şer’an haram olur mu? (Tercümesi: Bir Müslüman’ın insan veya hayvan resmi çizmesi veya çekmesi haram olur mu?)

Elcevap: Olur!

 – Bu surette suver-i mezkurenin hane vesair mevazıda ittihazı tahrimen mekruh olur mu? (Tercümesi: Böyle resimler yapılmış evlerin mülk edinilmesi de haram olur mu?)

Elcevap: Olur!

Dönemin sosyo-kültürel gerçekliği ile (katiyen) bağdaşmayan bu ikazlar, ilerleyen yıllarda mimari kutuplaşmanın yönünü belirleyecek, böylelikle yüz yılın en büyük ezberlerinden birisi tekrarlanmaya başlanacaktı.

Tam da bu nedenle örneğin Alexandre Vallaury gibi bir “gavurun” Avrupa’nın kendi alanındaki en büyük kompleksi ünvanına sahip olan Büyükada Rum Yetimhanesini neden tümüyle ahşap malzeme kullanarak yaptığını bir türlü çözemiyorlardı. Adı üstünde “Rum Yetimhanesi” olduğu için malum yapıyı Safranbolu’da olduğu gibi “Türk Evi” kategorisine de sokamayıp, kanımca görmezden geliyorlardı. Ahşabın Türkleştirilmesiyle ortaya çıkan yüzlerce tezatlıktan asıl çarpıcı olanı ise Müslüman muhiti olarak kodlanan Süleymaniye’de yüzyıl başına kadar sayısız bekar evi olması ve bu mahallenin azımsanmayacak derece Musevi ve Hristiyan aileye ev sahipliği yapmasıydı. Cami avlusunu gösteren birkaç gravür tasviri üzerinden Süleymaniye’ye dayatılan Müslümanlığın, küçük bir araştırma ile dahi sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyordu.

Benzer hikaye karşı taraftaydı. Gavur Beyoğlu’nun en TAŞ ve en BATILI yapılarından Botter Apartmanı bile, aslında Müslüman bir Sultan’ın (2. Abdülhamid) terzisine armağanıydı. Osmanlı Hanedanı ve dönemin Ortadoğulu Müslüman burjuvalarının plazaları sayılabilecek Rumeli Han, Suriye Pasajı, Afrika Han, Mısır Apartmanı, Elhamra Pasajı, Hıdivyal Palas gibi yapıların gerçekte ne kadar “İSLAM SERMAYESİ” olduğuna hiç girmiyorum. Osmanlı’nın en esaslı milli sermayesi olan bu yapıların tümü Cumhuriyet sonrası anlayış içerisinde “gavur” olarak kodlanacaktı. Bu mantığa göre Osmanlı Bankası Binası da dahil, üzerinde neo-klasik unsur görülen ne varsa ötekileştirilecek, Osmanlı modernleşmesinin en mübarek mimari mirasına acayip gözlerle bakılacaktı. Alfabe devriminden sonra Arapça konusunda da benzer bir yabancılaşma yaşanmış, Arap alfabeli tüm kitapların dini olduğu gibi yanılsamalar yaşanmış derler…

Aynı “görme ve okuma” bozukluğundan müzdarip bir cenahın gözünde zorla ötekileşecek olan Osmanlı Baroğu, Neo-Klasik, Art Nouveau, Art Deco vb. tüm modernist mimari çizgiler, gerçekte 19. yüzyıl modernleşmenin milli ikonlarıydı. Bu açıdan 16. yüzyılda Süleymaniye Cami ne anlam ifade ediyorsa, 19. yüzyılda da bahsini ettiğim PASAJLARIN (ayrıca bknz: Walter Benjamin – Pasajlar) aynı ikonik anlamı ifade ettiğini bilmek gerekir.

(Devamı haftaya…)
 

Roma’yı YAKANLAR ve Agora’yı YIKANLAR

Etiketler

, , , , ,

Yok, bu hafta sanat yaz(a)mayacağım. Agorası olmayan şehrin sanatı olamaz. İstanbul’un bir agorası varsa, Tarlabaşı var diye var. Tarlabaşı yoksa, agora da yok.

Siz, agorayı yıkıyorsunuz.

Hâlbuki bize dediniz ki, yıkmayacağız.Yıkmayacaktınız da şayet, dozer hatası mı gördüklerimiz? Sağından bakıyorum, solundan bakıyorum, altına geçip bakıyorum, üstüne çıkıp izliyorum, göz var izan var, olmuyor. Söylediğinizle yaptığınız birbirini karşılamıyor. Her açıdan siz, agorayı yıkıyorsunuz.

Hâlbuki bize dediniz ki, koruyacağız. Koruyacaktınız da şayet, kim çaldı o rölyefleri, payandaları, pirinç kapıları, giyotin pencereleri, volta tavan döşemelerini balyozla indirerek mi koruyorsunuz agorayı? İçlerine girip dışarıya bakıyorum, dışarıya çıkıp içeriyi izliyorum, aklın yolu bir, tutmuyor. Her açıdan siz, agorayı yıkıyorsunuz.

Hâlbuki bize dediniz ki, kültürel miras. Kültürel miras ise şayet, hangi arkeoloji, hangi tarih, hangi mimari, hangi sosyoloji, hangi antropoloji, hangi psikoloji açıklayabilir bu kültürel katliamı? İki gözümü birden kapatıyorum, ruh gözüm görüyor. Bu kente verdiğiniz tarihsel zarar hiçbir kültürel miras anlayışına uymuyor. Her açıdan siz, agorayı yıkıyorsunuz.

Bir süredir ciddi ciddi tazminat davası açmak istiyorum, savaş suçudur demek istiyorum, cinayettir demek istiyorum, talandır demek istiyorum, ama tüm bunları desem dahi size kimsenin dokunmayacağını iyi bildiğim için Allah’a havale ediyorum. Allah’ın kitabında var mı medeniyet yıkmak?

Medeniyet yıkıyorsunuz.

20. yüzyılın Doğu Avrupa’daki en emsalsiz sivil komplekslerini yerle bir ediyorsunuz. Üstelik buna çağdaş kent anlayışı diyorsunuz. Hayatınızda hiç “çağdaş kent” gördünüz mü(?) bilmem. Görmek isterseniz şayet, İstiklal Caddesi’ne döşediğiniz kaldırım taşlarının üzerinde biraz yürüyün derim, o yüzen taşların altından paçalarınıza sıçrayan ÇAMUR, sizi çağdaş kentte hissettirecek.

Haletiruhiyesine vurulduğum için senelerdir (itinayla) o mahalleye yakın yaşamama rağmen, yine de hiçbir zaman Tarlabaşı’nın olduğu hâliyle kalması gerektiğini savunanlardan olmadım. Çünkü malum hâli de bir başka BÜYÜK TALANIN sonucuydu ve Cumhuriyet Dönemi’nin burada yarattığı tahribatın arkasında durmayı vicdanıma yediremezdim. Geçirdiğim tüm ikilemlere rağmen duvarları geleceğe taşımayı, oradaki direnişe yeğledim. Yeter ki duvarlar, kurtulsundu… Çünkü o duvarlara bir özür borcumuz vardı.

Siz duvarları da bırakmadınız.

Yıkıma, son dönem yapısı olan eski Akbank binası ile başladınız, o noktaya kadar olası görünmekteydi, fakat geçtiğimiz haftalarda yukarıda gördüğünüz sıradaki binaların sağdan ilk üçünü de yıktınız!

O evler sağlamdı, döşemeleri sağlamdı, bazı dairelerde tavan işlemeleri dahi durmaktaydı, biliyoruz ki hepsi Anıtlar Kurulu’nun korumasındaydı, en azından ana cephelerini yaşatacağınızı söylemiştiniz, üstelik bizlere gösterdiğiniz proje maketlerinde bu üç bina (da) sapasağlam ayaktaydı.

O apartmanları neden yıktınız?

Arka sokaklarda durum görünenden de vahim, anlıyoruz ki siz her şeyi yıkma noktasındasınız. Binaların bir kısmı verdiğiniz zarardan dolayı şu anda zaten kendiliğinden yıkılmaya başladı, ayakta kalmayı başaranların ise statiği tamamen bozulmuş durumda…

Organik malzeme kullanılarak yapıldıklarını bildiğiniz hâlde o binaları yağmur altında aylarca çıplak bıraktınız, bilerek çatılarından devasa delikler açtınız ve iç döşemelerini balyozlarla kırarak su almalarını sağladınız. Şimdi hepsi yıkılıyor! Hâlbuki bizlere hiç böyle anlatmamıştınız.

Bilinçli yapıyorsunuz ve süreç gösteriyor ki; gün be gün dayanamadılar diyeceksiniz, süreç gösteriyor ki; dozer hatasına getireceksiniz, süreç gösteriyor ki; sağdakini yıkarken soldakini “yanlışlıkla” yitireceksiniz. Süreç, sizi işaret ediyor.

Sayın Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, size söylüyorum.

Siz her sabah kumral saçlarınıza fön çektirirken, siz her hafta Beyoğlu Konakları denen dekor müsveddelerini yeniden açarken, üç beş sonradan görme modacıyla el ele veren siz, Serdar-ı Ekrem Caddesi’nden ibaret sandığınız bu semti hepimizden çok sever ve sahiplenirken, hatta şu sıralar Amberin Zaman ile bir olup Galata’da gençler siesta yapıyor diye cinnet nöbetleri geçirirken, başkanı olduğunuz ilçenin agorası YIKILIYOR! Bir yüzyılın hafızası dozerlerin altında kalıyor, bu semt tarihinin en büyük işgal ve talanını yaşıyor. Siz varken.

Tarlabaşı Projesi ile bu şehri fena hâlde kandırdınız. Bu şehir size hiç yalan söylememişti üstelik, tüm çıplaklığıyla anlatmaktaydı derdini, ilacı belliydi, hiç zor değildi.

Buraların öksüz kızıydı Tarlabaşı. Siz o kızı evlat edinip sahiplenmek yerine, sırtından hançerlediniz.

Ne diyeyim? Vebali var bunun… Boynunuzda.

Tayfun Serttaş / TARAF Kültür ve Sanat 29.06.2012

İyi Niyetin Arsızlığı

Etiketler

, , , , , , , , , , , , , ,

İyi Niyetin Arsızlığı

Dışsal bir onaya ihtiyaç duymayan, büyük ideallerin, başrollerin gözlerini almadığı, her şeye rağmen durduğu yerin değişmezliğinde tutunan biri, iyi niyetinin arkasına sığınıp, karşısındakinin veya yanındakinin iyilik ihtiyacını gidermeğe çalışarak kendi etkinlik alanını meşru kılmak yolunda özel bir çaba sarf etme gereği duymaz. İyilikseverlik, başkası için yaşama ve benzerleri, en sert bencilliğin sürdürülmesinde koruyucu önlem olabilirler. Oysa kendini unutmak, yanlış anlamak, küçültmek, daraltmak, orta değerde yapmak sağduyunun ta kendisidir. Benim insan sevgim sürekli bir kendimi yeniştir. / Nietzsche” diyordu, geçen gün inbox’ıma düşen bir sergi çağrısı.

Bundan bir buçuk sene kadar önce, yine herkesin birbirinin niyetini ölçer olduğu o meçhul kamplaşma dönemlerinde, tarafların karşılıklı iyi niyetinden ortadan ikiye yarılmak üzere iken “biz”, canıma tak etmiş bir halde “samimiyet paratoneri olarak Ortadoğu düşünce dünyası” üzerine hayli sert bir şeyler karalamış, sonra yayınlamaktan vazgeçmiştim. Niyet sorgulamanın, bilgi üretmekten çok daha elzem görüldüğü diyarlarda, “ölçü birimlerine” giydirmenin pek bir anlamı olmayacağını varsaymıştım.

En basit gündelik ilişkilere dahi (üstelik her fırsatta) birbirlerimize “iyi niyet” dayatmanın makul sayıldığı bir kültürel coğrafyada, aynı zamanda arsızlaşmanın en belirgin kriteri olarak “iyi niyetin” niyetini sorgulayan bir şeyler duymaya (ben duymayı beklerken bir de sergisini görmeye) nicedir, NE ÇOK ihtiyacım varmış demek ki…

Uzun süre sonra ilk kez bir sergi metnini döne döne okudum. Nietzsche hâlâ ne kadar güncel ve de farklı disiplinlerde üreten 11 ışık saçan sanatçının gözünden iyi niyeti sorgulamak, ne güzel.

Tam yeri ve zamanı, diye düşündüm.

Her sergi için bunu düşünmem, çünkü her sergi için “tam yeri ve zamanı” değildir. Dünya zamanı ile senkronu doğru tutturan sergileri, ayrı bir hayranlıkla izlerim. Öyle sergilerin ayakları başka türlü basar yere.

Uzaklara gitmeye gerek yok, Türkiye’nin son birkaç aylık gündemi üzerinden dahi “iyi niyet”in toplumsal hayat üzerinde nasıl da “kötücül” etkiler bırakmaya gebe olduğunu okumak mümkün. Başkaları adına karar vermenin hiçbir koşulda içinde sayılamayacağı kadar muğlâk bir referans olarak; iyi niyetlerle uygulanmaya koyulmak istenen bir kürtaj yasağı, son derece iyi niyetli olarak cezalandırılmak istenen “bazı” cinsel deneyimler, harikulade iyi niyetlerle düşünülerek tasarlanan pembe otobüsler, olağanüstü iyi niyetli bir çıkış olarak üç çocuk tavsiyeleri, muhteşem bir iyi niyet göstergesi olarak hamilelik testi yaptıran kadınların sağlık bakanlığı tarafından fişlenmesi, cinsiyet hiyerarşisi gibi normatif bir kulvarda bile iyi niyetin nasıl da kolay araçsallaşmakta olduğunu kanıtlayan en basit örnekler. Siz onu, “pompalanmakta olduğu” diye okuyun.

Çünkü iyi niyet; mutlaka suiistimal edilecek olandır. Çünkü iyi niyet; her koşulda iyi bir çözüm sunmayandır. Çünkü iyi niyet; gösterilmesi bir lütufmuş gibi algılanandır. Çünkü iyi niyet; cehaletin kötülüğe doğru kurduğu köprünün hammaddesidir. Çünkü iyi niyet; içerisi akıl ve bilgi ile yoğrulmadıkça, tek başına her türlü manipülasyona açık olandır. Belki de bu yüzden, Türkçede çok elzem bir deyim vardır; “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülüdür…” Fakat biz bu deyimi bir süre önce yine unuttuk.

Elbet gündemin tüm karamsarlığını “iyi niyete” bağlayacak değilim. Ancak bir noktadan başlamamız gerekiyorsa, günümüz dünyasının kalıtsal problemlerini sorgulanma aşamasında aynı zamanda sübjektif bir “denge” unsuru olarak “iyi niyet” önermesi, hâlâ ciddiyetini koruyor.

Nihan Çetinkaya’nın küratörlüğünde 19 haziran – 28 temmuz tarihleri arasında ArtSümer’de görülebilecek sergi, Serra Behar’ın, “Kendini Kandırma(k)” (2012) isimli animatronik enstalasyonu, Elif Boyner’in“Alış & Veriş” (2012) isimli video yerleştirmesi, Can Kurucu’nın “Göz” (2012) isimli video animasyonu,Özgür Erkök’ün “Aile Portreleri” (2005), Erol Eskici’nin “Pozisyon Sendromu” (2012), Ahmet Doğu İpek’in “Tecla – Building Porn VI”u (2012), Gümüş Özdeş’in “Simplify Democracy” (2012) isimli video ve suluboya desenleri, Hera Büyüktaşçıyan’ın “The Invisibles” (2012) isimli video yerleştirmesi, Kaan Kuley’in “Dandy” (2012) heykeli, Ozan Türkkan’ın “Süreksiz Süreklilik” (2012) isimli interaktif video sunumu ve Zeynep Beler’in “İsimsiz” (2012) tuvallerinden meydana geliyor.

Farklı dil, kavram ve araçlardan beslenen sanatçıların aynı tema altında biraraya geldikleri sergideki işlerin neredeyse hepsinin “İyi Niyetin Arsızlığı” bağlamında üretilmiş olması ve ilk kez kamuya açılması, projenin yoğun arkaplanını gözler önüne seriyor.

Benden kesin tavsiye, “aslında ben tamamen iyi niyetle …” diye başlayan ne kadar cümle kurduysanız, o cümlelerdeki yüklemlerden bir anlığına vazgeçmek kaydıyla, kendinize bir şans verin ve ArtSümer’in Karaköy mekânındaki “İyi Niyetin Arsızlığı” sergisini ziyaret edin. Kendinize soru sormaktan itinayla kaçınmayın, çünkü bu aynı zamanda harikulade bir yüzleşme.

Tayfun Serttaş / TARAF Kültür ve Sanat 22.06.2012

Seksolog TC

Etiketler

, ,

Seksolog TC

Hayatta şöyle anlar vardır, karşınızdaki o derece çirkin, o derece pişkin, o derece art niyetlidir ki artık, tartışmayı bırakıp kaçmak istersiniz. Çünkü hayatta tartışılacak şeyler vardır, bir de tartışılmayacak şeyler.

Kendisini modern hukuk devleti olarak tanımlayan bir yapının, örneğin “özel hayat” gibi modern hukukun “korumakla” yükümlü olduğu bir olguyu en ince detayına kadar ceza yasaları üzerinden kategorize etmesi, bu türden bir “terketme” hissiyatı ile başbaşa bırakır insanı.

Böyle anlarda yazmaya, yanıtlamaya, yorum yapmaya dahi utanır, gerek duymaz, vazgeçer insan… Hayat kimseyi bu kıvamdaki polemiklerle yüz yüze bırakmasın diyeceğim, ama bize 2012’nin Türkiye’sinde yaşamak düştü.

2012 yılıyla birlikte AKP, türevlerine ancak Stalin Rusya’sında tanık olabileceğimiz türden bir toplum mühendisliğine soyundu. Topyekûn ideolojik, hiçbir toplum bilimciye danışmadan, toplumsal psikolojiye katiyen kulak asmadan, arkasında durduğu söylemin doğuracağı sosyal sonuçlar hakkında zerre endişe taşımadan, diktatöryal bir “kararlılıkla” gündelik yaşam sosyolojisini yeniden düzenlemeye koyuldu…

Bağlamında her türlü gaf ve donanımsızlığın ayyuka çıktığı bu yeni dönem, Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin “cinsel ilişki biçimlerine” ilişkin yeni kararıyla ZİRVE yaşadı. ANAL ve ORAL seksin “tecavüz, sado-mazo, hayvanlarla seks ve ölü sevicilik” gibi ilişkilerle aynı kategoride değerlendirilmesine karar veren DAİRE, anal ve oral ilişkinin “doğal olmayan yoldan yapılan cinsel davranışlar” olduğunu savunarak bu tür görüntüler bulunduran bir sanık hakkında “müstehcen görüntü içeren yayın satmak” suçundan verilen cezayı az buldu ve cezanın görüntülerin içeriği nedeniyle ağırlaştırılmasını istedi. Bu (model) karara göre, anal ve oral seks görüntülerini içeren CD bulunduran hatta internetten bu tür görüntüleri içeren videoları indirenlere dahi bir ila dört yıl arası hapis cezası verilebilecek.

Bir Zaytung haberi olduğu varsayılarak ilk etapta ciddiye alınmayan yargı kararının saatler içerisinde GERÇEK olduğu ortaya çıktı. Yani bu hafta itibarı ile Türkiye kamuoyu, anal ve oral ilişkiyi hukuki olarak “doğaya aykırı” suç sayan bir kararla (daha) yüz yüze.

İlköğretim beşinci sınıf düzeyinde biyoloji eğitimi görmüş her öğrencinin malumu olduğu üzere; insanoğlu doğduğu an anasının memesine yapışır, yani psikoseksüel gelişim oral tanımlama ile başlar, akabinde anal ve fallik dönem gelir, tüm cinsel yönelimler bu periyotlar üzerine inşa olur, tüm memeli canlılarda bu böyle iken hangi doğa, hangi doğaya uygun ilişki, hangi varoluşa aykırılıktan bahsediyoruz(?) hiç girmeyeceğim. Anal ve oral seks doğaya aykırı bir davranış biçimi ise, ve günümüz dünyasında “doğaya uyumluluk” bir kriter olarak baz alınacaksa, o zaman hangi hâl, tutum ve hareketlerin (daha) “doğa dışı” olduğunu da listelemeyeceğim..

Fakat, öncelikle Türkiye’de yaşayan milyonlarca eşcinseli doğrudan etkileyen bu kararın, özel hayata tecavüzün ulaşabileceği en RİSKLİ boyut olduğunu vurgulamak zorundayım. Böyle bir tedbir aldıktan sonra, bu ülkede eşcinselliğin suç olduğuna dair ayrıca bir yasa çıkartmaya da gerek yok. Eşcinselliğin suç sayıldığı ülkelerde de, tahmin edildiği türden yasalar yok. Aynen böyle tedbirler var, eşcinsellerin hayatları bu tip tedbirler bağlamında karartılıyor. O nedenle bu kararın Türkiye’de eşcinsel ilişkiyi ALANEN SUÇ SAYMAK anlamı taşıdığının altını kalın bir kalemle çizmek gerekiyor.

Heteroseksüeller için de durum pek parlak değil. En muhafazakâr kentlerde dahi 20 yaş üstü bekâr erkeklerle yapılacak basit bir mülakat, en azından oral seksin cinsel yaşamın ne derece vazgeçilmez bir parçası olduğunu kanıtlamaya yetecektir. Üstelik muhafazakâr toplumlarda bekâretini kaybetme endişesi yaşayan sayısız genç kadının, anal ilişki tercih ettiği de bilinen bir gerçektir, ki geçiyorum “kültürel mazeretleri”, tüm cinsel yönelimlerin en doğal hakkıdır fantezi. Cinsel deneyimin gereğidir.

Bahsi geçen pornoları izlemedim ama zaten içerisinde oral seks olmayan bir porno da izlemedim. Basit bir kompozisyon ödevi olarak “giriş, gelişme ve sonuç” bölümünden meydana gelen her pornonun en azından bir oral seks sahnesi içermek zorunda olduğunu bilmek için porno uzmanı olmaya gerek yok. Yani içerisinde oral seks var diye “birtakım pornografiye” ceza arttırmak sözkonusu olamaz, çünkü oral seks olmayan porno olamaz; üreme amaçlı çekilen eğitim videolarını saymazsak.

Sonuç olarak, Sağlık Bakanı’nın çok pozitif bir önerme sunuyormuş edasıyla “tecavüze uğrayan kadın doğursun, gerekirse biz bakarız” diyebildiği, Diyanet İşleri’nin sanki tüm bir toplum kendisine bağlıymış gibi çıkıp 70 milyon adına fetvalar verdiği, N.Ç’yi bir odaya kapatıp 26 kişiye tecavüz ettirmenin “OLAĞAN” sayıldığı, neredeyse üç taneye kadar kadınla evlenmenin dahi NORMAL karşılanabileceği esneklikte bir ülkede (siz onu Sünni Heteroseksüel İmparatorluğu olarak okuyun) yargı yoluyla bir penisin nereye girip nereye giremeyeceğinin hesabına düşmek, ayrıca tek bir anlama gelir; TÜRK ÜRETMEK!

Bunun da siyasi terminolojideki karşılığı ilkesel faşizmdir.

Bazı okuyucularımın “sen sanat yazmıyor muydun?” dediklerini duyar gibiyim. Doğrudur, sanat yazmak üzere bu köşedeyim. Ancak oral ve anal seks görüntüleri bulundurmanın dahi cezalandırılabileceği bir ülkede, resim, heykel, edebiyat, performans, video, sinema ve tüm diğer sanat disiplinlerinin bu yasaktan ne ölçüde etkilenebileceği malumunuz varsayarak, konunun sanat üretimi üzerinde yaratacağı baskıya girmeye dahi gerek görmedim.

Tayfun Serttaş / TARAF Kültür ve Sanat 15.06.2012

Aslında bir konu var

Etiketler

, ,

Aslında bir konu var. 

Ne yalan söyleyeyim, Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde gerçekleşen “Müze İçinde Bir Müze” başlıklı projeyi başından itibaren çok ikircikli buldum. Sanatı, sanat yaparak eleştirmeye çalışan sanatçıların “davayı baştan kaybetmiş” hâllerini anımsattı bana bu proje. Bir çiğlik, bir eksiklik, bir yüzeysellik vardı, toplamında…

Sanıyorum DADA’dan sonra bir de 90’lı yıllarda zirve yaşadı “sanatı sanat yoluyla” eleştirme, modası. Fakat bu gibi çalışmalar, son dönemde hiçbir zaman hedeflediği (ya da hedefleniyor göründüğü) amaca hizmet etmedi. En nihayetinde paketlenerek orta halli bir koleksiyonerin deposuna kaldırılıp sustu, o çığırtkan işler… Performatif olmadığı sürece, bu gibi işlere pek bir alaka da göstermedim. Bana göre eleştiri mekanizmalarını sulandırıyordu ve zaten yeterince ıslak bir ortamda gereğinden fazla nem üretiyordu. Nokta.

Sansasyon amacı taşıdığı başından belli olan bu projenin, Elif Öner üzerinden yaşadığı sıkıntılara da o nedenle pek şaşırmadım. Belli ki küratör bir biçimde sanatçıları ateşe atma konusunda elini rahat alıştırmıştı.

Peki, ne yapmıştı Elif Öner?

Sergideki genç sanatçılardan Elif Öner, Elgiz müzesinin senelerdir kullanmakta olduğu org uzantılı resmî internet sayfasına ithafen; http://www.elgizmuseum.com uzantılı bir domain satın almış ve linke tıklayınca göreceğiniz gibi, bu adresin ana sayfasını penis büyütücü ilaç reklamı yapan bir tasarımla kaplamıştı.

“Hysteria” isimli bu çalışmanın “Müze İçinde Bir Müze” konseptiyle ilişkisini kurmak hem çok kolay hem çok güç. Fakat konu o değil, açık olan şu ki, siz dünyanın hangi müzesinin (ya da geçiyorum müzeyi, velev ki tavuk çiftliği) tescilli web adını başka bir domain üzerinden satın alıp, ana sayfasına penis büyütücü reklamı koyarsanız koyun, bu işin sonu mahkemede biter.

Yani sonrasında oturup ağlamaklı olacak bir hâl yok. Adamın dükkânını kalkıp “sex shop” olarak yeniden kurguluyorsak, bunun sorumluluğunu (da) almak gibi çok ciddi bir mesai doğuyor. Sonra sen altına hangi metni döşersen döşe, o linke tıklayan her izleyicinin, bu işten anlayacağı tek bir İŞ var.

Elif saldırmıştı, belli ki çevresindekiler de bu derece açık bir saldırının sonuçları hakkında kendisine gereken önerilerde bulunmamış, sonrasında ise malum hukuki süreç başlamıştı… Üzüldüm mü? Samimiyetle söyleyeyim üzüldüm, çünkü orada sanatçıdan doğru bir iyi niyet seziyorum. Belli ki resmiyetin bu türlüsü ile yüz yüze kalabileceğini kendisi bile hesaba katmamıştı. Hâlbuki yeri geliyor ben de saldırıyorum, neyse bedeli ödüyorum, ödüyoruz, mesela bu gazetede altındaki arabayı satıp tazminatını ödeyen onlarca yazar var…

Yadırgamıyorum fakat bana kalırsa, sanatçı pozisyonunla bir müzeye verebileceğin en büyük ders oradan işlerini çekmek ya da henüz en başında o sergide hiç yer almamaktır. Bunu da “nedenleriyle” beyan etmektir. Fakat konumuz bir müze eleştirisi vermek ise, o yolun, web adresini satın alıp ana sayfasına penis reklamı yapıştırma derecesinde alaturka bir dilden geçtiğine inanmıyorum. Birbirine kızan her lise çocuğu evinde oturduğu yerden böyle şeyler yapıyor, Redhack’in, Ay Yıldız Team ile savaştığı bir ülkedeyiz.

Diğer yandan Bubi Hayon’un lazımlığından dahi sanat 1’likleri, bölükleri, kışlaları, kampları falan çıkabilen bir ülkede, senin harikulade sert, fazlasıyla samimi, son derece gerçek işin için çok AZ yazıldığını düşünüyorum.

Birinci şanssızlığın hedefi yanlış belirlemen olabilir. Mesela bunu Elgiz gibi ayda 13 kişinin ziyaret ettiği bir “müzecik” yerine, kalkıp İstanbul Moder(e)n gibi iskelesinde her daim kuğular ötüşen bir mekânda gerçekleştirseydin, eminim şimdiden uluslararası basının gündemine girmiştin.

İkinci şanssızlığın, içerisinde bulunduğun sergi konsepti olabilir. Hakikaten sen bu işi “Müze İçinde Bir Müze” gibi, üzerimde “Genelev İçinde Bir Bakire” etkisi yaratan ters köşeye yatmış bir konsept yerine, evinde oturduğun yerden yapsaydın, ki zaten yaptığın çalışma için bir sergiye gerek yok, sanıyorum farklı çağrışımları olabilirdi.

Bu bağlamda bence üçüncü şanssızlığın “herkesin yapabileceği” bir işin altına kendi imzanı atmandan kaynaklanıyor. Ortada sanatsal referansa ihtiyaç duyan bir müdahale yok iken, yaptığın işe sanat etiketi yapıştırman ve süreci kendi isminle götürmen belki de bir talihsizlik.

Sanatçısın diye yaptığın her şey sanat olacak gibi bir kaide yok. Bak ben köşe yazıyorum mesela… Eminim o linki sosyal medyada başka bir metot üzerinden paylaşsaydın ve kimse seni bulamasaydı, kafalar karışsaydı hani, belki bir derece…

Bunlar olasılıklar, akıl veren bol olur… Fakat yine de (izlediğim kadarıyla) yalnız bırakıldığına inanıyorum ve bu hoşuma gitmiyor.

Konunun diğer muhatabı olan Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’ne gelince, kendilerine buradan bir çağrıda bulunmak istiyorum; “karşınızda belli ki çıkar beklentisi içerisinde olmayan, son derece dürüst, yaptığı işin arkasında hakkaniyetle durmaya çalışan bir genç kadın sanatçı var. Üstelik sanatçıları mahkeme salonlarında ihbar etmek yerine, onunla uzlaşmak konusunda biliyoruz ki imkânlarınız var. Eğer ki bu sanatçı üzerinde güç denemeleri yapmak gibi bir acizliğin içerisine bulursanız kendinizi, emin olun Elif’in işinden çok daha sert manipülasyonlar var!”

Bu da bir tehdittir, o halde.

Tayfun Serttaş / TARAF Kültür ve Sanat 08.06.2012

Bir başarı öyküsü ve Metodik Çalışmalar

Etiketler

, , , ,

Bir başarı öyküsü ve Metodik Çalışmalar

Harika bir sergi yazısı yazmak üzere geçmişken klavyenin başına, farkettim ki bu Kristina’nın yazısı. Henüz onu yazmamış iken kalkıp yalnızca projeden bahsetmek bir az eksik kalacaktı. Sildim, baştan başladım.

Kristina Kramer hep vardı. Türkiye’de güncel sanata bir yerinden dokunup, onun küratörlüğünü yaptığı sergilerden haberdar olmayan yoktur sanıyorum. Benim yaşam tarihimde ise birkaç özel anlamı daha vardı bu kadının.

Bizim tanışmamız öyle “profesyonel ilişkiler ağı” içerisinde falan gerçekleşmedi. Party arkadaşıydık biz. Benim öğrencilik yıllarımda, Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi’nde çalışıyordu. Fakat itiraf edeyim, Platform’dan ziyade akşamları eski Dogzstar’da buluşuyorduk. İyi eğleniyorduk.

O yıllarda neredeyse hiç Türkçe bilmiyordu ve birçokları gibi muhtemelen bu büyülü şehrin yaşamını ne yönde değiştireceğinin henüz kendisi bile farkında değildi. Platform’a yurtdışından gelip orada bir dönem staj ya da residency yapan tüm genç sanatçı ve küratör adayları gibi, bir gün gelecek, Kristina da gidecek sanıyorduk.

Öyle olmadı. Önce Öykü Özsoy ve Bengü Karaduman ile bence döneminin en başarılı inisiyatifi olan Altı Aylık’ı kurdu. Bu üç harika kadının enerjisinden çıkan sergilere, o yıllar üzerine düşünürken hâlâ başvuruyorum. Akabinde (adı üzerine) “Altı Aylık” bir dönem projesi olarak bitti. Tamam, bu sefer Kristina da gider sanıyorduk.

Öyle olmadı. Tek başına Manzara Perspectives’in (aynı isimli) kâr amacı gütmeyen sanat kurumunun başına geçti. Hayatı boyunca İstanbul’u görmemiş sayısız genç Avrupalı sanatçıya residency hizmeti vererek burada üretme ve sergi yapma imkânı sağlamanın yanı sıra, Türkiyeli sanatçılarla da birçok kolektif proje gerçekleştirdi.

O dönemde beraber çalışmaya başladık. Hatta Orhan Pamuk ile Karolin Fişekçi’nin tanıştığı Suriye Pasajı’ndaki o ünlü “Göreli Konumlar ve Kanaatler” sergisi, Kristina ile ilk çalıştığımız projedir. Profesyonel ilişkimiz arkadaşlığımızdan da iyi gitti. Kısa sürede “hep çalışacağım, daima çalışmak isteyeceğim, beraber çalışmayı özleyeceğim” küratörlerden birisine dönüştü. Bu zamanda eline matkap alıp duvar delen, badana yapan kadın küratör bulmak zor, Alman ahlakı ile işlerin ne derece tıkırında gittiğine hiç girmeyeceğim.

Seneler süren bu varoluş mücadelesi boyunca biliyorum ki, ne büyük paralar kazandı ne de harikulade destekçiler bulabildi, zaten hiçbir zaman işin ticari tarafı ile ilgilenmedi. Bir yandan sergi kurarken, diğer yandan geçimini sağlayabilmek için başka işler yaptığı günleri hatırlıyorum. Geçtiğimiz sene Manzara Perspectives’i de bıraktı. Geçen 10 senenin ardından kafası biraz karışık, morali bozuktu… Galiba bu kez Kristina gidecek dedim, kendim dahi günde üç kez terk etmeyi düşündüğüm bir ülkede, “gitme” diyecek halde de değildim.

Öyle olmadı. Altı ay kadar önce bu kez POLISTAR’ı kurdu! Tophane ile Galata arasında, Hoca Ali Sokağı’nın sonunda, içerisinde avizecilerin, marangozhanelerin ve teras katında bir çöp toplayıcısının yaşadığı küçücük bir binanın dördüncü katında; ne bir tabelası ne de sükseli bir giriş kapısı olan… Ve geçtiğimiz cumartesi, yaşamını Almanya’da sürdüren Küratör Adnan Yıldız ve Övül Durmuşoğlu işbirliği ile eylül ayına kadar dönüşümlü olarak sürecek olan olağanüstü bir proje başlattı!

Metodik Çalışmalara geçmeden önce, senelerdir Türkiye’de çalışan bir Alman küratör ile senelerdir Almanya’da çalışan iki Türk küratörün bu yanyanadalığını çok anlamlı bulduğumu belirtmeliyim.

Şimdi tüm bunları neden yazıyorum, eğer ki bir “Doğulu” olarak daha “Batı’ya” giderseniz, karşınıza yerine getirmeniz gereken bir dizi yasal prosedür çıkar. Fakat bir “Batılı” olarak az biraz “Doğu’ya” giderseniz, sayısız kültürel prosedürü daha yerine getirmek zorunda kalır ve üzerine kabul görür müsünüz(?) işte onun garantisi yok.

“Belki de yaşarım” fikriyle yaklaştığım son Beyrut sürecimde, bir adım Doğu’da “Batılı” kodlanmanın sanat ortamında ürettiği dezavantajlara had safhada tanık olmuş birisi olarak parmağımı basarım; “oradaki küçücük pastaya ortak olmaya gelmiş bir düzenbazdan tutun da, kendi ülkesinde hiçbir şey yapamayıp geri kalmış sanat ortamlarını kandırmaya çalışan bir oryantaliste kadar” üzerinize yüklenmeyen “ANLAM” kalmaz. O “kültürel köprü” denen şey, devletlerin yıllık promosyon harcamaları içerisinde görülen bir reklam ziyafetinden ibarettir. Öyle valizini alıp “sivil olarak” delemezsiniz o duvarları, deldirmezler.

Yaşamını burada sürdüren devlet destekli yabancı girişimcilerden farklı olarak, Kristina’nın 10 sene önce yaptığı bir staj ile başlayıp POLISTAR’a uzanan tek kişilik tutunma öyküsü ve “içerideki yabancı olarak” geçirdiği süreç, bugün “ötekine” karşı çok daha toleranslı olan İstanbul sanat ortamının gerçekliği içerisinde (özel bir parantez olarak) okunmaya değer. Son dönemde (bizdeki gibi sanatın lüks tüketim olmadığı yerlerden taşıyarak) sergilediği Avrupalı sanatçıların işlerini ülkelerindeki fiyatlar üzerinden belirlediği için, Türk galericiler tarafından “UCUZ” bulunsa da (ki bence bu çok matrak), iyi ki Kristina var. Çünkü o olasılıklardan bir tanesi ve alternatifin kendisi!

Metodik Çalışmalar


Adnan Yıldız, Övül Durmuşoğlu ve Kristina Kramer işbirliği içerisinde yürütülen “Metodik Çalışmalar”a gelince; Mayıs-Eylül 2012 tarihleri arasında POLISTAR’da gerçekleşecek proje, solo sergi formatı üzerinden güncel sanat üretimindeki çeşitli metodolojik soruları araştıran (tartışma tabanlı) deneysel bir program sunuyor.

Hasan Aksaygın, Natalie Czech, Mariechen Danz, Egemen Demirci, Gözde İlkin, Bouchra Khalili ve Bettina Krieg’in yer aldığı proje, değişik yaklaşımlarla çalışan bu yedi sanatçıyı açık bir stüdyoya dönüştürülen galeri mekânında biraraya getirerek, “sergileme, sergi iletişimi, organizasyon ve kavramsal tartışmanın” eleştirel yöntemlerini irdeliyor.

Davet edilen her sanatçının proje küratörleriyle işbirliği içinde ortaklaşa düzenleyeceği bir seri halinde gerçekleşecek oturumlara dönüşecek olan solo sunumlar, ortak bir stratejide birleşecek. Her açılış, İstanbul’dan davet edilmiş sanatçı, eleştirmen ve diğer pratiklerin oluşturduğu bir çalışma grubuyla yapılacak tartışma seanslarını da içerecek. Böylelikle her sunumda değişecek çalışma grupları ile, sergilenen çalışmaları “nasıl algıladığımızı, karşıladığımızı ve karşılık verdiğimizi” sorgulayan bir momentum yaratımı amaçlanıyor.

Geçtiğimiz cumartesi Mariechen Danz’ın (Berlin) performansı ile başlayan Metodik Çalışmalar, bu cumartesi saat 18:00’de Bettina Krieg’in (Berlin) projesi ile yer değiştirecek. Her hafta yeni bir sanatçıyı ağırlayarak eylül ayına kadar devam edecek olan Metodik Çalışmalar’ın “sergi, performans ve toplantı” programını http://www.polistar.org adresinden takip edebilirsiniz.

Bugün İstanbul’da gerçek bir alternatif sanat yaşamından söz edeceksek, Kristina Kramer gibi her anlamda risk alan küçük girişimcilerin sağladıkları bu dinamikten dolayı söz edebileceğiz. Herşeyin güven, sermaye ve yerellik üzerinden algılandığı bir düzlemde, yoksa hiçbir şeyden söz edemeyeceğiz. Hangi alanda üretiyor olursanız olun, şu sıralar “Metodik Çalışmalar”a katılmaya ve kendi çalışma metotlarınızı bir de sanat disiplinleri üzerinden tartışmaya değer.

Tayfun Serttaş / TARAF Kültür ve Sanat 01.06.2012

Karolin’in suçu ve suçunun aleti

Etiketler

Karolin’in suçu ve suçunun aleti

Her köşe yazarına ortalama iki buçuk Karolin Fişekçi yazısı düştüğü günlerde, bu konuda yazması beklenen ilk iki buçuk yazardan birisiydim herhalde. Birçoklarının ismini 9 Aralık 2011’de Sabah gazetesinin attığı bir manşet aracılığıyla duyduğu Karolin Fişekçi, hem dostum hem meslektaşım olduğu için, ama YAZMADIM. Yazsam ne diyecektim?

Onun yerine bazen aynı gecede üç kez, uzun telefon görüşmeleri yapmak daha kıymetliydi o günlerde… İstemsizce “aman!” derken her seferinde, benim onu telkin etmem gereken yerde, çoğu kere Karolin’in beni telkin ettiği o uzun telefon konuşmaları, gerekliydi.

Birkaç hafta içerisinde (2012’nin Türkiye’sinde) bir kadının kendisinden “kendi sesi” ile bahsetmesinin ne derece imkânsız olduğunun son imzası oldu Karolin Fişekçi. Anladık ki, eğer savrulacaksa da bir kadın, bir erkeğin korumasında savrulacak, yıkılacaksa da, yıpranacaksa da, kaybedecekse de veyahut verecekse de mesajını, bunu görünmeden yapacak. Bir kadının, kendi yaşam tarihini “kendisinin imiş” gibi sahiplenmesi dahi, çok zor imiş. Anladık.

Hele ki tüm çalışmalarında erk’i mesele etmiş bir kadın, hele ki inat etmiş bir kadın, hele ki ne pahasına olursa olsun kendi gerçekliğini sırtlanmaya çalışan bir kadın, birtakım “terslikler” yaşar imiş buralarda.

Çünkü buralarda, bunun da bir tarihi var.

Türk sanatının tekinsiz imgesidir; gayrımüslim kadın. Türk edebiyatında 1920’lerden, Türk sinemasında ise 1950’lerden itibaren itina ile işlenen “gayrımüslim kadın imgesi”, toplumsal hafızanın dehlizlerinde özel bir anlam ifade eder. Her daim bir yan karakter rolündeki bu tuhaf isimli aşüfte; vicdansızlığı, servet düşmanlığı, ahlak yoksunluğu, hafif meşrepliği ile bir yandan ideal aile yapısının yüceltilmesi uğruna had safhada çirkinleştirilirken, diğer yandan toplumsal bilinçaltındaki en yasaklı rüyaların kahramanına dönüşmektedir. O senaryolarda haz noktası, buradan beslenmektedir; Mağduru Şeytanlaştırmak.

2000’li yıllardan itibaren bu konuda çok akademik araştırma yürütüldü, “türk edebiyatı”, “türk sineması”, “gayrımüslim kadın” gibi başlıkları kullanarak yapacağınız basit bir search ile dahi bu çalışmalara rahatlıkla ulaşacağınızı iyi bildiğim için o tarihi ayrıca analiz etmeye gerek görmüyorum artık.

Bizim tarihimizde daha şaşırtıcı olan şey ise, Karolin Fişekçi’nin tamı tamına bu kodlarla, deyim yerindeyse “kedinin fareyle oynadığı gibi” oynamasında gizliydi. O, kara ironinin ta kendisiydi! 2012’nin Türkiye’sinde üreten bir genç sanatçı, sumen altı edilmiş bir cinsiyet hiyerarşisine ayna etkisi yapıyor, neredeyse tüm yapıtlarında kendi bedenini kullanarak kolektif bilinçaltına birtakım performans fotoğrafları iade ediyordu. Gerçekte en uzak durması beklenen prototipin yerini alıyor, kırmızı mini elbisesi ile kâh Türk büyüklerini öpüyor, kâh İsmet Paşa’nın atına arkadan biniyor, kâh topa oturuyordu… Kendi gölgesinden bile korkan bir sanatçı kuşağı etrafta “benim işlerim çok şey” gibisinden nutuklar atarken, sonradan adı “Caroline” olarak yazılacak birisi, Beşiktaş iskelesinde dekolte elbisesiyle gizlice top üstünde poz veriyordu… “Hangimiz onun kadar cesurduk” diye sormayacağım bile.

1990 sonrasının periferi ile post-modernite arasına sıkışmış sisli, puslu, boğuk sanat ortamının en şahsına münhasır sanatçılarından birisi olarak, henüz siz adını duymadan çok önceleri, üretmekteydi Karolin Fişekçi. Fakat o sisli puslu ortamın depresif kadın sanatçı profiline karşın fazla kırmızı, fazla samimi, fazla ateşli kaçmaktaydı. Bazen üzerinizi öyle bir örter ki ortamın tozu, silinen sizin parlaklığınız olur ya hani, o aralıktaydı. Ama yine de onu anlayan anlardı. Dönemim gerektirdiği “eleştirelliği” gerektirdiği biçimde vermeyen niceleri gibi Karolin’in kırmızılığının altında deşifre edilen arkaplanı görmek de, başka bir yüzyılın sanatının boyunun borcuydu.

Karolin Fişekçi’nin işlerini erotizm üzerinden anlayan birçoklarının aksine, ben o işleri hiçbir zaman erotizm üzerinden okuyamadım. Ortada bir erotizm göndermesi varsa da şayet, sanatçının şahsından dolayı değil, kendi varoluşunu sorunsallaştırarak referanslandırdığı (bence üzerine yürüdüğü) o çok derin kırılma noktalarını çıplak bırakmasında aranmalıdır. Örneğin; “Genocide, Violence, Gender” gibi başlıklar altında aranmalıdır, ama Karolin’in dekoltesinin altında değil. Üstelik şu tarihte kalkıp Karolin’e aptal sarışın muamelesi yapmak, yapanların ondan daha akıllı olduğuna garanti değil. O hikâye, esasen öyle değil.

Bu açıdan şayet Karolin Fişekçi’nin işlerini dünyanın x noktasında üreten bir kadın sanatçının “işleri” olarak okursanız, ona karşı pervasızlaşacak derecede içiniz rahat eder, belki. Yok aynı işleri, Türkiye’de yaşayan ve üreten bir Ermeni genç kadın sanatçının işleri olarak anlamlandırmaya başlarsanız, görüntüler değişir. İşte o zaman toplumsal hafızanın en mahrem perdelerini aralamaya başlar, aynı işler. Karolin’in suçu ve suç aleti, bir anda siz izleyenlerin SUÇU ve SUÇ aletine dönüşüverir. Haz noktası; tersine döner.

Sonuçta ben inanıyorum ki, belki “cinsel devrim” gerçekleşemese de ortalama 50 sene sonra hepiniz Karolin Fişekçi’yi seveceksiniz. Onun tek başına gösterdiği bu mücadele hakkaniyetle idrak edildiği gün, güç dengelerinin hiç de eşit olmadığı bu korkunç arenada bir kadının tek kişilik direniş öyküsünden büyük ders çıkartacaksınız. Onu bir prenses gibi hatırlamak isteyeceksiniz belki bir gün, o sizi “duygusal direniş”e inandırmış olacak, fakat bu tezahür bugünün çaresizliğinin yerini dolduracak mı, ondan emin değilim işte.

Yazıyorum ya vesile oldu, bunu da ilk duyuran ben olayım! Karolin’e ulaşmak için 50 sene beklemek istemeyenler (biliyorum ki varlar), aynı zamanda sanatçının doğum günü olan 1 haziran akşamı 19:00’dan itibaren “333 Yaş” isimli yeni solo sergisine davetliler!

Yanlış duymadınız, merkez medya dekolteleri hakkında fısıldaşırken, o yeni resimlerini finalize ediyordu, üstelik Karolin’in harikulade başka sürprizleri de var o gece. Malum süreçte hiçbir beyaz galeri “onunla çalışma riskini almaya” soyunamadığı için, ne yaptı etti kendisine bir sergi mekânı buldu ve Büyük Londra Oteli’nin en romantik odasını üç günlüğüne kiraladı. Yani ne öyle büyük prodüksiyonlar, ne de white cube içinde küratöryal jestler mevcut, bildiğiniz Tepebaşı Büyük Londra Oteli, 101 numara; 3 resim, 3 gün ve 1 gece ile…

İşte orada olmaya değer.

Tayfun Serttaş / TARAF Kültür ve Sanat 25.05.2012

Sanat, ama kimin için?

Etiketler

,

Sanat, ama kimin için?

Türkiye’de sanat yapmaktan daha zor bir şey varsa, o da sürekli olarak “neden sanat yaptığını” izah etmek zorunda kalmaktır, inanın.

Hele ki kavramsal çalışan sanatçılar için bitmek bilmez bir işkencedir bu. Ahret sorusu gibi “şimdi sen burada ne anlatmaya çalışıyorsun?” diye başlayıp, “peki ne ilgisi var anlatmaya çalıştığın şey ile bunun?” şeklinde devam eden o gevrek meraklar…. Ruh kurutur.

Küçümsemeyin ama bu sorunu, geçtiğimiz yüzyıl içerisinde oldukça saygın sanatçıların dahi azımsanmayacak bir bölümü bu azapla yaşayamadıkları için sonunda ya asosyal oldular ya da dünyadan koptular. Ciddiyim. Çünkü yine sardık o noktaya.

2000’li yıllarla birlikte, “bir nebze olsun rahatlamıştık” hani; iyi kötü popüler kültür tuttu işin ucundan, bir yandan kürselleşme, diğer taraftan sosyal medya, bir tarafta Wikipedia… E dünyanın en saygın bienallerinden birisine sahibiz, yeni kuşak daha konforlu büyüdü, ardı ardına kültür kurumları açılıyor, bir heves var hiç olmadığı kadar bir defa, tamam, bak aşılıyor demek ki bir basamak demeye kalmadan, Kahramanmaraş’tan Başbakan’dan gelmez mi YİNE aynı soru; “Peki bunlar kimin için sanat yapıyor?”

Sayın Başbakan, bir defa tüm içtenliğimle sizi temin ederim, bugün sanatın kimin için yapıldığının katiyen bir önemi yok, ama “ne etki yaptığının” bir önemi var, ama “niteliğinin” bir önemi var, ama “yarına ne bıraktığının” bir önemi var, ama “hangi yeni yaklaşımlara kapı araladığının” bir önemi var, ama “kültürel hafızasıyla ilişkisinin” bir önemi var, ama “dönüştürücü gücünün” bir önemi var, ama “ne derece risk aldığının” bir önemi var, var da var yani, ama bir kriter değil kime hitap ettiği. Eğer yaptığımız “popüler sanat” tabir ettiğimiz türden bir sanat değil ise, kimseye de albüm satma kaygımız yoksa şayet, mesele bu değil.

Bugün sanat aracılığıyla kurulan “dilin” bir önemi var. Sanat tarihinden neyi cımbızla çekip aldığının ya da kopyaladığının değil ama yarın sanat tarihine ne katacağının bir ciddiyeti var. Asıl savaşı biz burada veriyoruz. Bu savaşı uluslararası arenada, kültürel tarihe karşı veriyoruz, üstelik bunu devletten hiçbir destek almadan yapıyoruz. Yoksa tüm kamu kurum ve kuruluşları toplumla alakadar olmak için var.

Sanattan (sosyal bilimler türevi) bir toplumsal fayda beklemek, bu yolla bir kültür mühendisliğine soyunmak ve de bu misyonla sanatı araçsallaştırmak, 1990’lı yıllarda Sovyet Bloku’nun dağılması ile birlikte tamamen sona eren bir eğilim.

Kahramanmaraş’ta bahsini ettiğiniz yaklaşım, Cumhuriyet’in erken döneminde Türk toplumu üzerinde had safhada uygulanmak istenen, bireysellikleri tümüyle gözardı eden, özünde hayli totaliter ve komünizm orijinli bir sanat tezinin savunusudur, ancak çökmüştür. Hedefinde siyasal ideolojileri topluma empoze etmek vardır, adı; “propaganda sanatı”dır. Bugün daha çok o anlayışın eleştirisini vermekten yanayız.

Tartışmayı bu akstan götürmek, 2000’li yılların Türkiye’sinde üretilen sanatı Soğuk Savaş yılları üzerinden anlamakla kalmaz, hem (liberal eğilimli) partinizi gerçekte hiç temsil etmediği bir sistemle özdeşleştirir, yani aslında sizi Kemalistleştirir hem de eleştirisine soyunduğunuz çok açık bir konuda ters köşeye oturmanıza neden olur.

Bugün aynı nedenle çok doğru bir karar alıp, bir yandan 19 Mayıs gösterilerini (nihayetinde) kaldırırken, diğer yandan topluma sanat yoluyla ideoloji empoze edilmesi söylemi arasındaki tezatlığı anlamak çok güç. Hâlbuki eleştirmekte olduğunuz mevcut sistem, hâlihazırda sanatın “ideal toplum” yaratma stratejisiyle kurulmuş ve de katiyen başarılı olamamış bir yapılanmanın enkazı. “Memur sanatçı” dediğimiz o kimseler, tam da o nedenle oradalar. O konuda zaten haklısınız.

Fakat Türk toplumunun kendisine devlet tarafından dayatılan bu ideal sanata daima refleks gösterdiği (hatta yer yer alay ettiği) hepimizin malumu. 1980’li yıllarda ortaya çıkan arabesk, bahsini ettiğiniz üst kültüre tamı tamına toplumsal bir başkaldırının sonucu olarak okunabilir. Yani bugün siz sanat adına ne yaparsanız yapın, adına “toplum için” dediğiniz sürece toplumdan negatif tepki alacağınız açık, bir diğer açık olan ise nihayetinde elitize olmak durumunda kalacağınız. Bugün bizler de tam olarak bunu tartışıyoruz, ama sizin tartıştığınız gibi değil.

Sonuç olarak; bugün fizik, biyoloji ya da kimyadan bahsederken “toplumsal fayda” ne denli önem arz ederse, sanattan bahsederken de o denli önem arz edebilir… Uzaya çıkmak ya da bir futbol müsabakası kazanmak topluma ne yönde katkıda bulunursa, sanat da o yönde katkıda bulunur. Yani tüm bir toplumun saygınlığını ve özgüvenini arttırır. Fakat bu noktaya gelmeden önce her disiplinin kendine dair sorumlulukları vardır.

Sanat katiyen sosyal bilimler değil, ki artık sosyal bilimler dahi bahsi edilen yönde bir toplumsal faydanın peşinde değil. 2000’li yılların tartışması bu değil.. Sanatın topluma bir faydası varsa dahi, bu öyle Kahramanmaraş’ta bir kürsüye çıkıp tahlil edilebilecek cinsten bir pragmatik fayda değil. Herşeyden önce bunu bir sürece yaymak ve tüm dinamikleri kendi süreci içerisinde anlamak zorundayız, basbayağı zorundayız.

Tayfun Serttaş / TARAF Kültür ve Sanat 18.05.2012

Sılsel’in altında buluşalım mı?

Etiketler

, , ,

Sılsel’in altında buluşalım mı? 

En son 2003’te ziyaret etmiştim Nasra Şimmeshindi’yi. Evime her ilk girenin “bu da nesi!” dediği, İsa Mesih’in kafasında horoz öten o büyük pano bu son ziyaretin hatırasıdır. Fakat hatırasından öte bir önemi vardı bu yaşlı kadının. Adeta o, Tur Abdin’in Türkiye’ye açılan sınır kapısıydı. Onun avlusu, onun evi, onun sesi, onun şarabı, onun basmalarına yansıyan ikonografi, bu ülkede kadim bir kültürün devam ettiğine dair son sembolik kanıttı adeta.

Neden diyeceksiniz? Çünkü Süryaniler Türkiye’deki hiçbir topluluğa benzemezler. Kapalı toplum olma özelliğini had safhada gösterirler. Şayet Tur Abdin yollarına düşerken bir Süryani yakınınız yoksa, belli bir noktadan sonra sivil yaşama dâhil olmanız neredeyse imkânsızdır. Öylesine kadim, öylesine sessiz, öylesine vakur bir halktır onlar. Manastırlardaki din görevlileri ve orada ikamet eden çocuklar hariç çok az kişi ile diyaloga girebilirsiniz. Onlar bunu istemediklerinden değil, daha fazlasına siz cüret etmek istemezsiniz. Adeta Süryanileri rahat bırakmak ister ruh, Tur Abdin’e girince… Hissedersiniz, daha fazlasını kimse dillendirmek istemez. Unutulmuşlardır bir defa. İnsan kendi evinde, unutulmaya görsün.

O nedenle Nasra Şimmeshindi, yalnızca şahsına değil, tüm ziyaretçilere açtığı evinin kapısıyla kadim Süryani kültürüne dair emsalsiz bir sorumluluk üstleniyor, üstelik bunu gönüllü olarak yapıyor. Bütün Ortadoğu’da yalnızca onun ellerinde süregiden dede mesleğiyle, tarihin, tarihe rağmen süregittiğini hatırlatıyor…

Varsın Lozan’da adları geçmeye görsün, varsın azınlık statüleri dahi meçhul olduğu için İsa Mesih ile aynı dili konuşan bu kadim halkın ilkokul açma hakkı bile olmasın, varsın 30 yıldır süregiden çatışmaların ortasında kendi evlerine yabancı düşsünler, varsın konu Süryaniler olduğunda tüm kesimler biraz umursamaz kalsın, varsın onlar hep asker ve PKK baskısı altında “ya sabır” çekenler olsun, varsın kiliselerindeki binlerce yıllık İncilleri soyulsun, varsın topraklarına el konulsun, varsın kaçırılsın hayvanları…

Süryaniler VAR ama. Biz AB’ye girmek için türlü cilve yaparken, son 30 senedir iki ateş arasında kalan bu halkın büyük bölümü AB’ye göç etmek ZORUNDA kalmış olsa da, varlar. Ve Nasra Şimmeshindi diye bir kadın var, Mardin’de. Kırklar Kilisesi’nden iki adım yürüyünce aynı mahallede, açmaya hazır bütün kapılarını…

Mardin’e yaptığı ziyaret esnasında, Kutluğ Ataman da girmiş o kapıdan içeriye. Evin salonunun tavanında bir detay görmüş. Ben o detayı görmemiştim, gözlerimi gömme dolapların içindeki Şimmeshindi ailesine ait tarihî fotoğraflardan ve birbiriden güzel kesme likör kadehlerinden alamadığımdan olsa gerek… O güzel tavana da bakmıştım üstelik, hatırlayamıyorum.

Olağanüstü bir detay, Aramice “Sılsel” adı. Sılsel, kanat çırpması anlamına da geliyormuş. Tavana çizilen bu zikzaklı motifin ortası türkuaz rengi, gökyüzünü temsilen… Süryanilerin yüzyıllardır süregiden baskılar sonucu hane kültürlerine kattıkları bir sabrın motifi. Sabır milletidir, ya onlar.

Gün olmuş evlerinden çıkamamışlar, mevsimler geçmiş belli ki, yan mahalleye geçilememiş. Gökyüzüne duyulan özlemi, tavana işlenen Sılsel’in mavisi gidermiş yıllar yılı, sonra evlerin tavanlarında kalmış, öylesine.

Şimdi “nasıl bir Türkiye hayal ediyoruz” sorusuna, Sılsel’ın mavisinden yola çıkarak yanıt arıyor Kutluğ Ataman. 18. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında gerçekleştireceği(miz) “Sılsel, Türkiye’ye yazılmış mektuplar” isimli özel projesine tüm kesimleri davet ediyor.

12 mayıs cumartesi günü Galata Rum İlköğretim Okulu’nun sergi salonunda Nasra Şimmeshindi tarafından örülen ilk parçanın Sılsel’e eklenmesiyle başlayacak olan performans, 30 mayıs tarihine dek tüm ziyaretçilerin (kendi işleriyle) katılıma açık olacak.

Türkiye’ye yazılmış mektuplar, Anadolu’nun ışıksız tarihinde aynı gökyüzünü paylaşmayı umut eden tüm kesimleri, korkusuzca altında yaşamaya özlem duyduğumuz ortak gökyüzü hayalini dile getiren Sılsel’in ışığında buluşturacak. Bu çağrıya kulak verin derim. Mümkünse eni 45 cm’yi geçmesin, boyu önemli değil. Eni üzerinden birbirine dikilecek olan rengârenk kumaşlar, motiflerindeki mesajlarda anlam bulacak… Sizlerin ellerinde.

1986 yılında eklenen ilk parçanın ardından, on sene içerisinde 50 bin parçaya ulaşan ve dünyanın en büyük anıt yapıtı olan AIDS Memorial Quilt (AIDS Anıt Yorganı) böylesine bireysel bir çaba ile başlar serüvenine. Bugün 54 tonu aşan ağırlığı ve 90 binden fazla kişiye adanmış olan hafızasıyla insanlık tarihinin (yapımı süregiden) en büyük çaplı kolektif kültür mirası olarak koruma altındadır. Yakınlarını AIDSe bağlı nedenlerle kaybedenlerin işledikleri rengârenk yorganların birbirlerine eklenmesiyle oluşan bu emsalsiz bellek, dilerim Sılsel’in umudu olur.

Bu topraklara her daim mektup yazmaya değer, şahsen çok yazmışlığım vardır. Şimdi tüm o mektupları tek bir gökyüzü altında okumak için olağanüstü bir imkân var. Gelin birleştirelim derim hikâyeleri. Gelin, birbirlerimizi bir de Sılsel’in altında okuyalım, görelim…

Tayfun Serttaş / TARAF Kültür ve Sanat 11.05.2012