Ressam Mari Farra ve Arkadaşları - 1895 / Büyükada - Farra Köşkü (Pars Tuğlacı Arşivi)

“Ötekinin Kültürel Mirası” ve Kaos (2)

Osmanlılar Söğüt dolaylarında bir Beylik kurduklarında Avrupa’da henüz Rönesans yaşanmamıştı, Osmanlı İmparalorluğu dağıldığında Avrupa sanayi devrimini tamamlamıştı. Böylesine uzun bir periyotta, bugün asıl sorulması gereken “hangi Osmanlı’nın?” baz alınacağıdır. Onun hangi yüzyılı, hangi evresi, hangi kültürü, hangi imgesi, hangi simgesinin korunup korunmayacağıdır. Yoksa anlıyorum ki hepimiz Osmanlı’yı pek seviyoruz ancak, sevdiğimiz “Osmanlılar” birbirini pek tanımıyor. Çadırda yaşayan Osmanlılarla, Barok Osmanlılar aynı makalenin cümlelerinde yan yana okunamıyor. Esaslı bir kırılma, bu noktada başlıyor.

Bir takım iradeler kendi fantezi dünyalarında mimarileri, sokakları, mahalleleri ve hatta semtleri sonradan birbirlerine yabancılaştırdılar. Mimari açıdan dönem, fonksiyon, sermaye ve sınıf üzerinden anlaşılması gereken üslup farklılıklarını, etnolojik nedenlere bağlayarak yeniden sundular. Halbuki tek başına Balyan Camileri dahi İstanbul gibi bir heterotopyanın asla bu sığ kategorizasyonlardan ibaret olamayacağını kanıtlamaktaydı. Burası her daim çok katmanlı yaşadı ve esasen bunun mimarisi, sokağı, semti, mahallesi yoktu. Hiç olmadı.

Bu anlamda Beyoğlu iddia edildiği gibi salt azınlıkların değil, aynı zamanda Osmanlı modernleşmesinin diplomatik kalesiydi. Bankalarıyla, kışlalarıyla, saraylarıyla, pasajlarıyla, hanlarıyla, karakollarıyla, mevlevihanesiyle, Kadiriler Yokuşuyla ve Dolmabahçe’den Karaköy’e uzanan sahil şeridi boyunca semti sarmalayan görkemli camileriyle en az İstanbul kadar Müslüman, en az İstanbul kadar Türk’tü.

Buna rağmen belli bir kesim tarafından 16. yüzyıl çizgisini taşımadığı için, neredeyse ülke dışı sayılmaktaydı. Bugün glass cube rezidansta yaşamayı dahi makul gören aynı kesimin, Beyoğlu’nun geçirdiği modernizmi bir türlü içine sindirememesi ayrıca bir tez(atlık) konusudur.

İslami muhafzakârların, Osmanlı kültürel mirasi ile barışabilmesinin tek çözümü olarak ilerleyen yıllarda bu semti sözde “Türkleştirme ve Müslümanlaştırma” gayreti ile planlanan asab bozucu işler, esasen Osmanlı’nın son 200 yıllık kent kültürünü inkâr etmekle ilgiliydi.

Ne ironidir ki, Beyoğlu’na bahşedilen “sıradışı” kimliği kazandıran konsolosluklar, yabancı okullar ve büyük çoğunluğu Katolik ve Protestan olan kiliselerin hiçbirisi, yerli azınlıklara ait değildi. Bu bağlamda bir kolonyal estetik çok daha baskındı. Sonraki yıllarda bu imgeyi İstanbullu azınlıklarla özdeşleştirmek, başka bir stratejinin, İstanbul’u “Berlinleştirme” anlayışının sonucuydu.

Halbuki Beyoğlu’ndaki yabancı unsurları kaldırdığınızda bu semtin sokaklarının Samatya, Kadıköy ya da Balat’tan hiçbir farkı olmadığını görmek zor değil. Cumhuriyet sonrası kurumsallaşan azınlık imgesi ve bu imgeyi sürekli olarak bir noktada “toplama, izole etme, ayrıştırma” gayreti sonucunda, Beyoğlu kendisini salt azınlıklarla anılırken buldu. Böylelikle sahipsizleştirildi ve yeniden ve YENİDEN fethedilmeyi daima hak etti.

Gayrimüslimler kuşkusuz vardı ve gayet tabii belli semtlerde yoğunlaşmışlardı. Ancak 80 sene önceye kadar İstanbul nüfusunun neredeyse yarısını meydana getiren “azınlıklarla” o günkü ilişkiler şu an olduğu gibi bir “yabancılaşma” potasında erimediği için, bu şehirde sanıldığı gibi kalın duvarlar hiçbir zaman örülmedi. O nedenle Sarıyer’den, Fatih’e, Moda’dan, Kuzguncuk’a, Kartal’dan, Bakırköy’e kadar kentin tüm köşelerinde azınlıklar yaşadı. Üstelik Haliç ve Boğaz kıyılarında yaşayan ailelerin çok büyük bir bölümü de “Türk Evi” kategorisindeki o ahşap yapılarda ikamet ettiler. Müslüman burjuvazi ise Beyoğlu ve Nişantaşı çevresindeki “Rum Evlerinde”.

Bilimsel veriler malum “mahalle fantazmasının” hangi ideolojilerden türediğini bugün daha net kanıtlıyor. Cumhuriyet sonrası İstanbul’u gettoşlaştırma arzusu, tamı tamına Nazi ideolojisinin zihinlere kazdığı bir örgün öretiden ibarettir.

Bunun sonu Kurtuluş Son Durak’tır.

Geçtiğimiz günderdeki yazısında Yıldıray Oğur’da (FAZLASIYLA) bu hataya düşmüş ve kendince, kötü bir tarih didaktizmi üzerinden mahalleleri bölmüş, çıkartmış, toplamış ve eşitlemiş. Aynı ezberi tekrarlamış. En nihayetinde ise post-modern olsun ama camii olsun istemiş. Bu estetik yanılsama Yıldıray Oğur’a özgü değil, Meydan’a dikilecek camiinin “post-modern” olması da tek başına yeterli bir sav değil, konu Arap turistlerin ibadet ihtiyacı hiç değil.

Konu sembolizmlerin çatışması ve bu çatışmada referansların hep aynı KORKUNÇ teoriye dayanması. Ancak biliyoruz ki, yalnızca gayrimüslimler ya da laikler değil, Beyoğlu’nda son 200 sene boyunca saltanatını süren Osmanlı İmparatorluğu da bu meydan da camii İSTEMEDİ. İsteseydi yapardı. Üstelik ona kimse karşı çıkmazdı. Beyoğlu’nun sanıldığı gibi bir otonomisi olmadı. Osmanlı son derece içerideydi ve kimse bu semti gayrimüslimlere falan terk etmedi, aksine, en büyük yatırımlar burada yapıldı. Fakat son iki yüz yılında İmparatorluk dahi eski anlayışı terk etmiş, başka bir eşiği aşmaktaydı. Adı; MODERNİZM idi. Cami o yüzden yapılmadı.

Beyoğlu’na camii yapılmamasını hâlâ bölgenin gayrimüslim kimliğine ya da laiklere bağlayanlara tek bir yanıtım olabilir; bugün tarihi yarımadanın orta yerine modern bir camii neden dikemezseniz, Beyoğlu’nun göbeğine de aynı nedenle dikemezsiniz.

Konuyu din ekseninden çıkartıp, bu meydanın dünyanın geçirmekte olduğu modernizasyon sürecinin ülkedeki en tarihsel yansıması olduğunu, bu anlayışa pararlel olarak dini tapınakların tüm dünyada meydan silüetlerinden çıkartıldığını görmek isterseniz, hem yeni kutuplaşmalara gerek kalmaz hem de olayı salt kendinize yormaktan vazgeçerek belki bir nebze rahatlarsınız.

Bugünün Türkiye’sinde Osmanlı’nın 19. yüzyılda aştığı bir eşik dahi aşılamıyor. Adeta 15. yüzyıla dair bir FETİH tavrı takınılarak, boş arazi atfedilen tüm meydanlara birer camii kondurulmak isteniyor. Konu bu.

Konu, bu şehrin ve dünyanın kodlarını doğru okuyamamak.

Tayfun Serttaş / TARAF Kültür ve Sanat 13.06.2012